Mağaranın Ötesinde: Yamuk Cetvel, Sahte Büyücü, Gerçek Sen

Mağaranın Ötesinde: Yamuk Cetvel, Sahte Büyücü, Gerçek Sen
Photo by Tim Foster / Unsplash

Bir gün kendime şunu sordum: En son ne zaman sessizliğe tahammül edebildim?
Cevap düşündüğümden ürkütücüydü. Duş alırken bile şarkı açıyorum. Yemek yerken bir şeyler izliyorum. Yürürken kulaklık takıyorum. Sanki sessizlik, doldurulması gereken bir boşluk. Sanki kendi düşüncelerimle baş başa kalmak, tehlikeli bir şey gibi.

Bu sıralar Paul Lafargue'nin "Tembellik Hakkı" adlı kitabını okudum. İlk elime aldığımda duraksadım. Tembellik nasıl bir hak olabilir ki? Ama okudukça anladım ki Lafargue'nin kastettiği şey hiç de kanepede uzanıp uyumak, yani miskinlik değil.

Kitapta ilginç bir şey var. Yunancada "skhole" diye bir kelime var, boş zaman demek. Bu kelime bir yerden tanıdık geldi mi? "School", yani okul kelimesi, buradan türemiş. Okul kelimesi "boş zaman"dan geliyor. Çünkü bir zamanlar öğrenmek, düşünmek, felsefe yapmak ancak boş zamanda yapılıyordu. Antik Yunan'da özgür vatandaşlar çalışmazdı. Düşünür, tartışır, yaratırdı. Çalışmak kölelere aitti. Ama bir şekilde, yüzyıllar içinde bu tersine döndü. Şimdi durmadan çalışmak erdem, durup düşünmek tembellik adı altında kötülenen bir şey haline geldi.

Lafargue bir şey daha söylüyor, beni çok düşündürdü. Diyor ki makineler bizi özgürleştirecekti. Bir zamanlar on kişinin yaptığı işi artık bir makine yapıyor. Peki o dokuz kişi ne yaptı? Dinlenmeye mi başladı? Hayır. Başka makinelerin başına geçti, daha fazla üretmeye başladı. Makineler çoğaldıkça çalışma saatleri azalacağına arttı. Özgürlük vaat eden şey, zincirleri sıkılaştırdı. Garip değil mi?

Ve kitap şunu soruyor: Neden bu kadar çok üretiyoruz? Kimin için? Ürettiğimiz şeylerin tüketilmesi gerekiyor. Tüketilmesi için satın alınması gerekiyor. Satın almak için çalışmamız gerekiyor. Çalışmak için üretmemiz gerekiyor. Döngü böyle devam ediyor maalesef. Durmak yok. Sorgulamak yok.

İşte tam da bu yüzden sessizliğe tahammül edemiyoruz belki. Durduğumuz an, o döngünün dışına çıktığımız an, bazı sorularla baş başa kalıyoruz. "Neden koşuyorum? Kimin için? Bu gerçekten benim istediğim hayat mı?" Lafargue'nin bahsettiği o boş zaman, sadece dinlenmek değil aslında. Kendimizle baş başa kalmak. Yani maskesiz, bahane üretmeden, kaçacak bir ekran olmadan aynaya bakmak. Gün boyu oynadığımız rolleri bir kenara bırakıp, geriye ne kaldığını görmek. Ve bu, çoğumuz için tahammül edilmesi en zor şey haline geldi.

Belki de modern insanın en büyük problemi bu: Kendi sesimizi duymaktan korkar hale geldik. O kadar çok dış ses var ki, içerideki fısıltı çoktan kayboldu. Ya da belki kaybolmadı, sadece biz duymamayı tercih ediyoruz. Çünkü o sesi duymak, bazı şeyleri değiştirmemiz gerektiğini bizlere hatırlatıyor.


Platon'un bir alegorisi var, belki duymuşsundur: Mağara alegorisi. Şöyle bir sahne hayal et. Karanlık bir mağarada zincirlenmiş insanlar. Sadece önlerindeki duvara bakabiliyorlar. Arkalarında bir ateş yanıyor ve o ateşin duvara yansıttığı gölgeleri izliyorlar. Başka bir şey görmedikleri için, o gölgeleri gerçeklik sanıyorlar. Ta ki biri zincirlerinden kurtulana kadar. Dönüp ateşi görüyor, sonra mağaradan çıkıp güneşi. Gözleri acıyor, alışması zaman alıyor. Ama artık gölgelerin sadece gölge olduğunu biliyor.

Bunu okurken aklıma şu soru takıldı: Peki bizim mağaramız nerede?
Düşününce fark ediyorum, cevap çok uzakta değil. Elimdeki telefon. Sabah gözümü açar açmaz baktığım ekran. O sonsuz kaydırma döngüsü, bir türlü bitmek bilmeyen bildirimler. Ve her kaydırmada bize bir şeyler fısıldayan sesler: Bak, şu kişi ne başarmış. Sen neden hâlâ orada duruyorsun? Bunlar da bir nevi gölge aslında. Sadece ateş yerine LED ışıkları var, mağara duvarı yerine ekranlar.
Ve biz, o gölgeleri gerçeklik sanıyoruz.

Eski bir hikaye var. Bir adam gece sokakta bir şey arıyormuş. Komşusu sormuş: "Ne arıyorsun?" Adam: "Anahtarımı kaybettim." Komşu da yardım etmeye başlamış. Bir süre sonra sormuş: "Peki nerede düşürdün?" Adam: "Evde." Komşu şaşırmış: "Evde düşürdüysen neden sokakta arıyorsun?"
Adam cevap vermiş: "Çünkü sokakta ışık var, ev ise karanlık."

Biz de öyle değil miyiz? Mutluluğu, anlamı, değeri hep dışarıda arıyoruz. Çünkü dışarısı parlak. Ekranlar ışıldıyor, bildirimler yanıp sönüyor, herkes bir şeyler paylaşıyor. İçerisi karanlık ve sessiz. Oraya bakmak korkutuyor.
Ama anahtar içeride. Hep oradaydı.

Platon da bunu söylüyordu aslında: "Nosce Te İpsum"(Kendini bil). Delfi tapınağının girişinde yazılı bu söz. İnsanlar tanrılara soru sormaya gelmeden önce, kapıda bu yazıyla karşılaşırmış. Sanki tapınak diyor ki: "Dışarıya sormadan önce, içeriye bak."

Ama o karanlık eve girmek kolay değil. Sokaktaki ışık o kadar parlak ki, eve döndüğünde gözlerin alışana kadar hiçbir şey göremiyorsun. Ve o karanlıkta beklemek, çoğumuz için dayanılmaz geliyor. Hemen dışarı çıkmak, ışığa dönmek, bir şeylere bakmak istiyoruz.
Neden bu kadar zor peki? Belki de o karanlıkta ne bulacağımızı bilmiyoruz. Belki orada unuttuğumuz şeyler var. Yıllar önce bir kenara koyduğumuz hayaller. Bastırdığımız sorular. "Ben gerçekten bu muyum? Yoksa yıllardır başkalarının benden beklediği kişiyi mi oynuyorum?"

Ve belki de en korkutucu olan şu: Ya anahtarı bulursak? Ya o anahtarı bulduktan sonra hayatımızda bir şeyleri değiştirmemiz gerekirse? O yüzden sokakta aramaya devam ediyoruz. Işığın altında, yanlış yerde, bulamayacağımızı bile bile. Çünkü bulmamak bazen daha güvenli. Değişmek zorunda kalmamak...

Platon'un öğretilerini anlatan bir kitapta şu cümleyi okudum ve üzerine düşündüm: "Tıpkı her şeyin boyunu ölçen bir cetvelin bir an bekleyip kendi doğruluğundan şüphe etmesi gibi."
Düşünsene. Bir cetvel var, her şeyi ölçüyor. Bu kaç santim, şu kaç metre. Herkes ona güveniyor. Ama cetvel hiç kendine bakmıyor. Hiç durup "Ya ben yamuksam?" diye sormuyor. Peki ya gerçekten yamulmuşsa? O zaman yıllardır ölçtüğü her şey yanlış demek.

Biz de öyle bir cetveliz aslında. Sürekli bir şeyleri ölçüyoruz: başarıyı, değeri, mutluluğu. Ama bizi kim ölçtü? Ölçülerimiz kime ait? Bize mi, yoksa yıllardır dışarıdan aldığımız mesajlara mı?
Bunu düşününce kendi hayatıma baktım. Kaç beğeni aldım, kaç takipçim var, maaşım ne kadar, kariyerimde ne noktadayım... Hep bunları ölçüyorum. Hep dışarıya bakarak "Neredeyim?" diye soruyorum. Ama hiç durup "Bu ölçüler benim mi? Yoksa bana öğretilen mi?" diye sormamıştım.

Platona göre: "İnsan, altına gümüşe değer verir deriz de bu yanlıştır. Asıl aradığımız, bunlar yoluyla elde edeceğimizi sandığımız şeylerdir." Beğenileri, başarıları, onayları aslında kendileri için istemiyoruz. Bunların bize vereceğini sandığımız şeyi istiyoruz: Değerli olduğumuzu hissetmek. Ama ya bu his hiçbir zaman dışarıdan gelmeyecekse?


Frank Baum'un Oz Büyücüsü masalında, Dorothy karakteri, bir kasırga tarafından Oz diyarına savruluyor ve eve dönmek için Zümrüt Şehirin'deki büyük büyücüyü bulmaya karar veriyor. Yolda üç arkadaş ediniyor: Beyin isteyen Korkuluk, yürek isteyen Teneke Adam ve cesaret isteyen Korkak Aslan.
Hepsi, sahip olmadıklarını düşündükleri şeyi dışarıdaki bir otoriteden, o büyük büyücüden bekliyorlar.

Ama masalın sonunda ne oluyor? Büyücü, aslında bir illüzyondan ibaret çıkıyor. Perde arkasında, koca bir makineyi çalıştıran sıradan bir adam. Ve kahramanlar fark ediyor ki, aradıkları şey zaten kendilerindeymiş. Korkuluk, yol boyunca en zekice planları yapiyor. Teneke Adam, herkesten çok ağlıyor, üzülüyor. Aslan, korkmasına rağmen hep ileri atılıyor.
Büyücü sadece bir ayna tuttu onlara. "Bak" dedi, "zaten tüm aradıkların sende var bunlara sahipsin."

Biz de onlar gibiyiz aslında. Korkuluk, Teneke Adam ve Aslan'ın bir karışımı. Ama bizim hikayemiz daha karanlık. Çünkü biz, sahip olduğumuz şeyleri bile dışarıya teslim ettik.
Beynimizi algoritmalara verdik. Ne düşüneceğimize, neye dikkat edeceğimize onlar karar veriyor. Yüreğimizi trendlere bıraktık. Herkes üzgünse üzgünüz, herkes mutluysa mutluyuz. Kendi hissettiklerimizi unuttuk. Cesaretimizi toplumsal onaya bağladık. Beğenilmeyecek diye düşündüğümüz hiçbir şeyi yapmıyoruz. Özgün olmaktan korkar hale geldik.

Ve sonra ne yapıyoruz? Tıpkı Oz büyücüsüne giden kahramanlar gibi, dışarıda bir büyücü arıyoruz. Bizi tamamlayacak, bize "tamamsın" diyecek bir otorite. Bir onay. Bir mühür.
Ama masal ne diyor? Perde açılıyor ve büyücü yok. Sadece korkak bir adam var, kocaman bir makinenin arkasına saklanmış.
Belki bizim de perdelerimizi açma vaktimiz geldi. Arkasında ne var? Belki de sadece biz.

Peki ne yapacağız? Dürüst olmak gerekirse, bunun kolay bir cevabı yok. "Beş dakika telefona bakma" demek güzel ama gerçek hayatta bu kadar basit değil. O sesler, o baskılar, o ölçütler ve durmayan bildirimler bir gecede susmuyor biliyorum.

Ama küçük şeyler var, denediğim ve işe yarayan.
İlk fark ettiğim şey ev işleriydi. Bulaşık makinesini boşaltmak, çamaşırları katlamak, yemek hazırlamak... Bunlar benim için hep vakit kaybıydı. İşten, hayattan zaman çalıyorlardı sanki. Hep en hızlı şekilde bitirip "asıl işime" dönmek istiyordum. Ama bir gün fark ettim: O sıkıcı işler aslında mükemmel bir mola. Ellerim bir şey yapıyor, ama kafam boş. Düşünebiliyorum. Ya da düşünmüyorum, sadece o anın içindeyim. Tabakları yerleştirirken o mekanik hareketin içinde kayboluyorum. Çamaşırları katlarken kumaşın sıcaklığını hissediyorum. Bunlar küçük şeyler ama o küçük şeyler beni şimdiye çekiyor. Gün geçtikçe o ev işleri benim için bir yük olmaktan çıktı, neredeyse bir ritüele dönüştü.

Sonra dijital tarafta da değişiklikler yaptım. Telefonumdaki tüm sosyal medya bildirimlerini kapattım. Başta garip hissettirdi, bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi. Ama birkaç gün sonra fark ettim: Kaçırdığım bir şey yokmuş. Sadece o sürekli dikkatimi çeken bildirim sesleri ve titreşimler susmuştu.

Bir de şunu yaptım: Sosyal medya için günün belirli saatlerini ayırdım. Öğle arası yarım saat, akşam yarım saat. Gün boyu bakmıyorum. Sabah kalkar kalkmaz telefona uzanmıyorum, o refleksi kırmak en zor olanıydı. Sosyal medya uygulamalarını ana ekrandan kaldırdım, açmak için biraz çaba gerekiyor artık yerlerini düzenli olarak değiştiriyorum. Küçük bir eşik ama fark yaratıyor. İlk başta zor oldu, ama şimdi o bir saat bile fazla geliyor bazen.

Her gün yürüyüşe çıkmaya başladım. Kırk beş dakika, bir saat. Genellikle kulaklıksız, telefonsuz. Sadece yürüyorum. Düşünüyorum. Bazen hiçbir şey düşünmüyorum. Başta boşa zaman gibi geldi. Ama fark ettim ki yürümek sandığım kadar basit bir şey değilmiş. Beyin, bu tür monoton hareketlerde farklı çalışıyor. Günlük koşuşturmada kuramadığı bağlantıları kuruyor, arka planda düşünmeye devam ediyor. Çözemediğim bir sorunu yürürken çözdüğüm çok oldu. En iyi fikirlerim masada değil, yolda geldi. O sessizlik, başta rahatsız edici geldi. Şimdi günümün en sevdiğim kısmı.

Ve kitaplar. Uzun zamandır okumuyordum, vaktim yok diyordum. Aslında vaktim vardı, ama zihnimde kitap okumak büyük bir şeydi. "Okuyacaksam düzgün okuyayım, en az bir saat ayırayım" diyordum. Sonra o bir saati bulamıyordum. Ve hiç okumuyordum.

Sonra öğrendim ki beyin kanıt istiyor. Ben bunu yapabilirim demek yetmiyor, göstermen gerekiyor. Ve büyük hedefler koyduğunda, başarısız olma ihtimalin artıyor. Her başarısızlık, beynine ben bunu yapamıyorum mesajı gönderiyor. Bir süre sonra denemeyi bile bırakıyorsun.

O yüzden küçük başladım. Günde iki sayfa. Bu kadar. Gülünç derecede küçük bir hedef. Ama her gün o iki sayfayı okuduğumda, beynim bir kanıt daha topladı: "Ben kitap okuyan biriyim." Ve bir şey oldu. İki sayfa bazen on oldu, bazen yirmi. Ama hiçbir zaman sıfır olmadı. Çünkü hedef o kadar küçüktü ki, başarısız olmak neredeyse imkânsızdı.

İki ayda bir kitap ediyor bu. Ama asıl kazanç bu değil. O iki sayfa, bana sadece bana ait bir zaman veriyor. Ve her gün kendime verdiğim küçük bir sözü tutmuş oluyorum.

Bunlar büyük devrimler değil biliyorum. Ama Platon'un dediği gibi kendimi biraz daha bilmeme, Lafargue'nin hatırlattığı gibi o mola hakkımı kullanmama, ve belki de Oz Büyücüsü'nün gösterdiği gibi aradığım şeyin dışarıda değil içimde olabileceğini fark etmeme yardımcı oldu.

Senin için ne işe yarar bilmiyorum. Belki bunlar, belki bambaşka şeyler. Herkesin mağarası farklı, herkesin cetveli başka. Ama bir yerden başlamak gerekiyor. Küçük, basit, yapılabilir bir yerden.

Belki bu yazıyı okuduktan sonra hiçbir şey değişmeyecek. Belki yarın yine aynı koşuşturmanın içinde olacaksın. Ben de öyleyim çoğu zaman. Ama bazen, çok nadir de olsa, o sesin farkına varıyorum. "Bu benim sesim mi, yoksa başkasının mı?" diye sorabiliyorum. Ve o soru bile, küçücük de olsa, bir çatlak açıyor.
Mağaradan çıkmak bir anda olmuyor. Ama belki bugün, sadece duvardaki gölgelere biraz daha şüpheyle bakabilirsin. Belki yarın, o şüphe bir soruya dönüşür. Ve belki bir gün, döner ve güneşi görürsün.

O güneş hep oradaydı. Sen de.

Kendi mağaranın dışına adım atabilmen umuduyla.

Emre