Modern Prometheus: Kendi Ciğerini Kemiren İnsan
Bazen öyle anlar oluyor ki, etrafımda olup biten her şeye yetişmeye çalışmaktan çok yoruluyorum. O kadar doluyum ki, hiçbir şey hissetmez oluyorum yada fırsat bulamıyorum. İşte böyle zamanlarda, hiçbir şey yapmamaya başladım. Sadece duruyorum. Oturup, pencereden dışarı bakıyorum, ağacları seyrediyorum. Yoldaysam telefonumu çıkarmıyor ve insanları gözlemliyorum.
Bunun, bir kaçış değil. Daha çok, kendime dönüş oldugunu düşünüyorum.
Geçenlerde Byung-Chul Han’ın Yorgunluk Toplumu kitabını okudum ve içimdeki bu hisse bir isim buldum. Diyor ki, modern insanın en büyük sorunu artık dışarıdaki bir düşman değil. Asıl düşman, içimizde. Kendi kendimize, daha fazlasını yapmalısın, yetersizsin, daha iyisini başarmalısın diye fısıldayan o ses.
Beni çok etkileyen benzetmelerden birisi: Prometheus. Mitolojideki bu karakter, bir kayaya zincirlenmiş ve her gün bir kartal gelip onun ciğerini yiyor. Ciğer her gece yeniden büyüyor, ertesi gün kartal geliyor ve aynı acı tekrarlanıyormuş. Biz modern insanlar da tıpkı Prometheus gibiyiz. Ancak bizi zincirleyen dışarıdaki bir tanrı değil, kendi içimizdeki o bitmek bilmeyen performans hırsı. Ciğerimizi yiyen kartal da, kendi kendimizi eleştirmemiz, tüketmemiz oluyor.
Bu satırları okurken, İşte bu! dedim içimden. Evet, içimdeki o ses tam da buydu. Hiç susmuyordu. Dinlenmeyi, duraksamayı, hata yapmayı, başarısızlığı affetmiyordu. Sürekli daha farklı ne yapabilirim, ne geliştirebilirim diyen sesler, eksiklik hissi ve hiç bitmek bilmeyen bir performans arzusu..
Sonra, yazarın üzerinde en çok düşündüğüm benzetmelerinden birine geliyoruz. Diyor ki, eskiden toplumlar tıpkı bir canlının bağışıklık sistemi gibi işliyordu.
Şöyle düşünün: Bir canlı bedeni, kendisine yabancı olan, onu hasta edebilecek her şeyi dışarıdaki diye tanımlar. Virüsler, bakteriler... Onları bir öteki, bir tehdit olarak görür ve savunma mekanizmalarını harekete geçirir. Bu savaş, bedenin kendi sınırlarını çizmesini, ben ve ben olmayanı ayırt etmesini sağlayan seylerden bir tanesidir. Bu mücadele, aynı zamanda onun kimliğini inşa eder.
İşte eski toplumlar da böyleydi. Biz ve Öteki arasında net, kalın çizgiler vardı. Yabancı, düşman, farklı olan... Tüm bunlar toplumun kendini tanımlaması için bir aynaydı. O aynaya baktığında Ben buyum! diyebiliyordu insanlar. Bu yabancılık, onun savunma reflekslerini canlı tutuyor, sınırlarını belirliyor ve ona bir kimlik, bir bütünlük hissi veriyordu.
Ama şimdi...
Şimdi o bağışıklık sistemi çöktü. Artık net bir yabancı, belirgin bir tehdit yok. Her şey, tüketilebilir bir nesneye dönüştü. Farklı kültürler, egzotik birer tatil paketi; karşıt fikirler, sosyal medyada kaydırıp geçeceğimiz birer içerik oldular. Öteki yok oldu ve onunla birlikte, bize Hayır! diyebilecek, bizi durduracak, sınırlarımızı hatırlatacak o güçlü ses de sustu.
Tıpkı bir bedenin, kendisine yabancı olmayan bir şeye karşı antikor üretememesi gibi… Beden, bir virüsü tanıdığında savunma geliştirir; ama kendi dokusunu örneğin fazla kiloları ya da içsel bir tahribatı bir tehdit olarak görmez. Çünkü o artık bedenin parçasıdır. Bizim de bugün karşı karşıya kaldığımız şey tam olarak bu: Dışarıdan gelen bir düşman yok, bu yüzden savunma mekanizmalarımız da devreye girmiyor. Tehdit, bize ait olduğu için görünmez hâle geliyor ve mücadele edilemez bir hâl alıyor.
Ve suan biz, uçsuz bucaksız bir okyanusta, etrafımızda hiç kıyı görünmezken, nereye yüzeceğimizi şaşırmış durumdayız. Savunacak net bir düşmanımız olmadığı için, bu sefer savunmasız kalan kendi içimiz yani biz olduk. Ciğerimizi kemirenin, dışarıdaki bir kartal değil, kendi içimizdeki bitmek bilmeyen yapabilirsin hırsı olduğunu fark ettik..
Sosyal medya akışlarımız mesela. Sürekli bize benzer, bizi onaylayan, bize evet diyen insanlar ve fikirlerle dolu. Algoritmalar bizi bir yankı odasına hapsediyor. Bu oda rahat, evet. Kimse bize itiraz etmiyor, kimse hayır demiyor. Ama bu sürekli onaylanma hali, zamanla bizi düşünmekten, sorgulamaktan, tartışmaktan vazgeçiriyor. Bizi hareketsiz ve eleştirisiz bırakıyor.
Kitaptan bir diğer onemli nokta: Disiplin toplumunun yardımcı fiili yapmamalısındı. Performans toplumunun yardımcı fiili ise yapabilirsin. Ve bu yapabilirsin, zamanla içimizde zehirli bir sese dönüşüyor. Çünkü yapabilirsin, aynı zamanda yapmak zorundasın anlamına da gelmeye başlıyor. Yapabilirsin'in sınırı maalesef yok. Daha fazlasını yapabilirsin, daha iyisini yapabilirsin, daha hızlısını yapabilirsin, sen en iyisin herseyi yapabilirsin.. Bu, bir teşvik değil, dipsiz bir kuyu maalesef.
Han, bu durumu şöyle açıklıyor: Disiplin toplumları deli ve suçlu üretirdi. Performans toplumu ise depresif ve tükenmiş insanlar yaratıyor. Çünkü artık başaramadığımızda suçlayacak bir gardiyan, bir otorite yok. Suçlu olarak sadece kendimizi buluyoruz. İçimizdeki o acımasız yargıç, Yapabilirdin, ama yapmadın. Demek ki yetersizsin, diye fısıldıyor.
Kitapta Alain Ehrenberg’den bir alıntı var, depresyonu bu geçiş sürecine yerleştiriyor: Depresif kişi ayak uyduramaz, kendisi olma mecburiyetiyle çabalamaktan yorulmuştur.
Kendisi olma mecburiyeti… Ne ağır bir ifade. Sürekli kendin ol, en iyi versiyonun ol baskısı. Bu, görünmez bir yük. Omuzlarımıza konmuş, sürekli daha fazlasını yap diye fısıldayan bir yük. Ve biz, o yükün altında ezildikçe, depresyon ve tükenmişlik kaçınılmaz oluyor.
En çarpıcı kısımlardan biri de şuydu: Performans öznesi, hem avcı hem de avdır. Yani hem kendini zorlayan, hem de bu zorlamadan muzdarip olan kişidir. Bir nevi, kendi celladımız oluyoruz. Ve bu, dışarıdan bir zorbalıktan çok daha yıpratıcı. Çünkü kaçacak bir yer yok. Zulmeden de, zulüm gören de kendimiziz.
Peki ne yapacağız?
Belki de ilk adım, bu yapabilirsin çılgınlığının farkına varmak. İçimizdeki o sesin, bizi özgürleştiren bir dost değil, ciğerimizi yiyen bir kartal olduğunu anlamak. Bazen yapamam demenin, yeter demenin, hatta hiçbir şey yapmamanın da bir seçenek olduğunu hatırlamak.
Ben bunları düşünürken, kendime bir söz verdim: Bu görünmez koşuşturmanın içinde, bilerek ve isteyerek duraklayacağım. Ciğerimi kemiren o kartala, Bugünlük yok, diyeceğim. Belki sen de kendine bunu söylemek istersin.
Bu bir pes ediş değil. Aksine, üzerimdeki en büyük otoriteye, kendi hırsıma karşı verdiğim bir tavır. Kendi hayatımın sakinliğini geri kazanmak için attığım bir adım.
Belki sen de aynı yorgunluğu taşıyorsun. Belki sen de içindeki o hiç susmayan sese bir an olsun Yeter demek istiyorsun.
Çünkü gerçek özgürlük, her şeye Evet! diyebilmekte değil. Asıl özgürlük, gerektiğinde Hayır! diyebilmekte saklı. Kendi sınırlarını çizebilmekte ve koruyabilmekte. Hatta ve hatta, hiçbir şey yapmamanın bile bir seçenek olduğunu kabul edebilmekte saklı.
Bu yüzden, bu ses sana da tanıdık geliyorsa, kendine bir iyilik yap ve dur. Sadece dur. O kartal senin ciğerini kemiremez, sen izin vermedikçe, bunu unutma.
Yolculuğunda, kendi anlamını bulman umuduyla.
Emre